Thursday, October 5, 2023

Depremler ve Yapı Direnci: Riskleri Anlamak ve Azaltmak

Merhaba ve hoş geldiniz, değerli meslektaşlarım ve katılımcılar! Ülkemiz son zamanlarda büyük bir doğal felaketle sarsıldı ve bu olay, tarih boyunca nadir görülen büyük depremlerden biriydi. Bu, bin yılda bir meydana gelme olasılığına sahip bir depremdi, ancak beklentilerimizin çok üzerindeydi. İşte bu büyüklükteki depremi beklemiyorduk. Aslında, beklentilerimiz daha ölçekli bir depremdi, ama beklenmeyen bir şekilde aynı gün içinde iki büyük deprem yaşandı.

Bu dersimizde, risk mühendisliği ve deprem bilimi bağlamında ender rastlanan bir durumu ele alacağız. İlk deprem gece, diğeri ise gündüz meydana geldi ve bu iki olay arasındaki zaman farkı, deprem riskini önemli ölçüde etkiledi. Çünkü gece depremlerinde insanlar genellikle daha savunmasızdır ve bu, maalesef can kayıplarının artmasına neden olabilir.

Gece depremleri, maalesef ölümlü vakaların sayısını artırma eğilimindedir. Özellikle son zamanlarda yaşadığımız depremlerden biri gece, diğeri ise gündüz meydana geldi. Bu iki tür deprem arasındaki risk analizi açısından önemli farklar bulunmaktadır. İnsanlar genellikle gece depremlerinde daha savunmasızdır ve depremin etkilerini tam olarak algılamadan zarar görebilirler.

Bu ders boyunca, deprem öncesi ve sonrası bina durumlarına odaklanacağız. Gözlemlediğimiz gibi, çoğu bina deprem sonrasında ciddi hasar gördü. İşte bu noktada "dirençli yapılar" ve "dirençli şehirler" kavramları önem kazanıyor. Direnç, depreme karşı dayanıklılığı ifade eden bir terimdir ve bu dersin temel temasını oluşturuyor.

Bu dersin ilham kaynağı FEMA'dır, yani Amerikan Federal Acil Durum Yönetimi Ajansı. FEMA, Amerika'da sağlık çalışanlarına deprem riskini azaltma eğitimi vermektedir. Biz de bu bilgiyi alarak, sağlık sektörü çalışanlarına benzer bir eğitimi sunmaya karar verdik. Bu dersin temel amacı, FEMA'nın direnç eğitimi modelini kullanarak sağlık sektörü çalışanlarına deprem risklerini azaltma yöntemlerini aktarmaktır.

Deprem bilimi bağlamında, tesislerin modellenmesi nadir bir durumdur. Ancak son yaşadığımız depremler, gece ve gündüz depremleri olarak iki farklı senaryoyu ortaya koymaktadır. Bu farklı senaryoların risk analizi ve hazırlık açısından önemi büyüktür. Bu nedenle, depreme karşı bilinçli ve hazır bir toplum oluşturmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyoruz.

Bu dersin konsepti ve ilham kaynağı FEMA'dan alınmıştır, ancak Türkiye'deki AFAD benzeri kurumlar da benzer eğitimler sunmaktadır. Bu dersin sağlık sektörü çalışanlarına yönelik olduğunu ve aynı zamanda sağlık fakültelerinde bu eğitimin önemli olabileceğini düşünüyoruz. Deprem riskini azaltma konusunda bilinçli bir toplum oluşturmak için bu tür eğitimlerin yaygınlaştırılması önemlidir.

Bu ders boyunca, deprem riski, yapısal ve yapısal olmayan riskler, dirençli şehirler ve daha fazlası üzerinde duracağız. FEMA'nın Amerika'daki afet yönetimi ve müdahale konusundaki öncü rolünü göz önünde bulundurarak, bu dersin önemini daha iyi anlayabiliriz.

Dolayısıyla, bu ders boyunca ele alacağımız kavramlar ve konular hakkında daha fazla bilgi edinmek için bizi takip etmeye devam edin. Deprem riskini azaltmak ve daha güvenli bir toplum oluşturmak için yapabileceğimiz çok şey var. Bu ders, bu amaçla adım atmamıza yardımcı olacak. Ayrıca, bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler için önemli kaynaklara da değineceğiz.

Bu dersin ilk bölümüne hoş geldiniz. Şimdi, deprem riskini ve sağlık sektöründeki direnç konusunu daha yakından inceleyelim ve bu alanda daha fazla farkındalık yaratmak için neler yapabileceğimizi keşfedin.



Başlamadan önce, burada bulunan değerli meslektaşlarıma ve katılımcılara hoş geldiniz demek isterim. Ülkemiz tarihinde nadiren karşılaşılan büyük bir depremle karşı karşıya kaldı. Bu, yaklaşık olarak bin yılda bir meydana gelme olasılığına sahip bir depremdi. Ancak bu büyüklükteki bir depremi beklemiyorduk. Beklentimiz, bu magnitüdün altında, daha ölçekli bir depremdi. Ancak beklenenden farklı olarak, aynı gün içinde iki büyük deprem yaşandı.

Değerli katılımcılar, risk mühendisliği ve deprem bilimi bağlamında nadiren karşılaştığımız bir durumu ele alacağımız bu dersimize hoş geldiniz. Son yaşadığımız olaylarda bir deprem gece, diğeri ise gündüz meydana geldi. Bu iki olay arasındaki zaman farkı, deprem riski açısından önemli etkilere yol açmaktadır. Çünkü insanlar gece depremlerinde genellikle daha savunmasız bir konumdadır; bu, maalesef can kayıplarının artmasına neden olabilmektedir.

Kahramanmaraş'ta Büyük Depremler ve Güvenlik6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde saat 04.17'de meydana gelen 7,7 büyüklüğündeki büyük deprem, aynı gün saat 13.24'te 7,6 büyüklüğünde bir başka depremi beraberinde getirdi. İkinci büyük deprem, yapısal güvenlik endişeleri nedeniyle insanları binalara girmekte tereddüt ettirdi. Ancak bu tereddüt, aslında onları bir sonraki depremin etkilerinden korudu.

17 Ağustos 2023 tarihinde meydana gelen daha eski bir deprem ise gece saatlerinde, tam olarak 03.02'de gerçekleşti. Bu tür gece depremlerinde uygulanması önerilen güvenlik protokolleri, uykuda olan bireyler için her zaman etkili olamamaktadır.

Deprem öncesi ve sonrası bina durumlarına baktığımızda, dirençli yapıların önemini gözler önüne seriyor. Sıkça duyduğumuz "dirençli şehirler", "dirençli yapılar" ve "dirençsiz zeminler" kavramları, bu dersin ana temasını oluşturmaktadır. Direnç kelimesinin İngilizcesi "resilience" olup, bu kavram üzerine birçok akademik toplantı düzenlenmektedir.

Bu dersin ilham kaynağı FEMA'dır. FEMA, Amerikan Federal Acil Durum Yönetimi Ajansı'nın kısaltmasıdır ve ülkemizdeki AFAD'ın benzeri bir kurumdur. FEMA, Amerika'da sağlık çalışanlarına yönelik deprem riskinin azaltılması eğitimi vermektedir. Biz de bu bilgiyi alarak, sağlık alanındaki profesyonellere benzer bir eğitim vermeye karar verdik.

Sonuç olarak, bu dersin temel amacı, FEMA'nın direnç eğitimi modelini alarak sağlık sektörü çalışanlarına deprem risklerini azaltma yöntemlerini aktarmaktır. Sınavlarınızda bu konu başlıklarını görmeyi bekleyebilirsiniz.

Deprem bilimi bağlamında, tesislerin modellenmesi nadiren karşılaşılan bir durumdur. Yakın zamanda yaşadığımız depremlerden biri gece, diğeri ise gündüz meydana geldi. Gece ve gündüz meydana gelen depremler arasında, risk analizi açısından belirgin farklar bulunmaktadır. Çoğu birey, gece depremlerine karşı daha savunmasızdır ve depremin etkilerini tam olarak algılayamadan zarar görebilmektedir.

Bu tür gece depremlerinin, ölümlü vakaların sayısını artırdığına dair kanıtlar mevcuttur. Özellikle 6/2 tarihli depremi çoğumuz hatırlamaktayız. Bunun yanı sıra, 17/8 tarihli deprem de gece saat 03:05'te gerçekleşmiştir. 6/2 depreminin dışında, başka bir deprem de gece saat 04:15'te meydana gelmiştir. Bu bağlamda, depremle ilgili olarak sunulan farkındalık eğitimlerinin, gece depremlerinde etkili bir korunma sağlayamadığı gözlemlenmiştir.

Gerçekten, depreme karşı uyanık ve hazır olma farkındalığına sahip değillerdi. Birçoğu muhtemelen uykudadır. Bu nedenle ilk deprem anında, insanlar savunmasızdılar. Bu durumu önceki konuşmada vurgulamıştık. Ardından, ikinci deprem tam olarak 9 saat sonra meydana geldi. Bu deprem, biri 10:05'te gerçekleşen bir gece depremiydi. İlk depremden sonra hayatta kalan insanlar, bile olsa binalara girmekten kaçındılar. Tabii ki bu tür refleksler, insanların depreme karşı savunma mekanizmalarının hayatlarını kurtardı."

"Şimdi, deprem öncesinde ve sonrasındaki bina durumlarına bir göz atalım. Deprem sonrasında binaların nasıl bir hal aldığını gözlemleyebiliriz: çoğu binanın yıkıldığını görüyoruz. Özellikle dirençli binaların önemi büyüktür. Dirençli şehirler, dirençli yapılar ve dirençsiz zeminler gibi terimler, bu ders kapsamında sık sık kullanacağımız konular arasındadır."

Ayrıca, bu terimlerle ilgili yapılan çalışmalar hakkında çok sayıda toplantı yapılmaktadır. Örneğin, bugün çevre, şehircilik ve iklim Bakanlığı tarafından düzenlenen bir toplantıda, deprem riski taşıyan veya taşımayan kırıkları nasıl haritalandırabileceğimizi tartışılmıştır. Bu haritaların işlenmesi sonrasında ne tür sonuçlara ulaşabileceğimizi inceleyeceğiz.

Bu tür kırıkların bulunduğu bölgelerde, riski minimize etmek adına korunma alanları oluşturabiliriz. Bu kırıkların neden olduğu risk artışını engellemek üzerine yapılan tartışmalara yarın da devam edeceğiz.

Bu dersin konsepti ve ilham kaynağı FEMA'dan alınmıştır. FEMA, Amerika Birleşik Devletleri'nde afetlere müdahalede bulunan resmi bir kurumun kısaltmasıdır ve Türkiye'deki AFAD'ın benzeridir. Bu kurum, Amerika'da özellikle sağlık çalışanlarına hastanelerde deprem riskini azaltma konusunda eğitimler sunmaktadır. Mevcut öğrenci profilimiz nedeniyle, bu tür eğitimleri Türk öğrencilere sunma fırsatımız olmadığı için yabancı öğrencilere yöneliyoruz. Ancak, bu dersin tıp fakültesi için önerildiğini ve aynı zamanda sağlık fakültelerinde bu eğitimin sunulmasının önemli olabileceğini düşünüyorum. Nitekim, FEMA'nın tüm sağlık çalışanlarına bu eğitimi sunduğunu göz önünde bulundurarak, bu dersi programımıza dahil etmeyi teklif ettim.

Dolayısıyla, FEMA'nın Amerika'daki afet yönetimi ve müdahale konusundaki öncü kurum olduğuna değindik. Bu ders kapsamında, özellikle deprem tehlikesini, jeofizik riskini ve hastane yapılarını ele alacağız. Hem yapısal olmayan risklere hem de yapısal risklere odaklanacağız. Bu konular genel bir çerçevede sunulacak, dönem içinde ise daha detaylı bir şekilde ele alınacaktır.

Bu dersin kapsamında hangi kaynaklardan yararlanabileceğimizi inceleyelim. Türkiye'de "AFAD" olarak bilinen kurum, Amerika'da "FEMA" olarak anılır. FEMA'nın web sitesine gidildiğinde "Depreme Karşı Yapısal Olmayan Risk Azaltma" ve "Depreme Karşı Yapısal Güçlendirme" başlıklı ücretsiz yayınlara erişim mümkündür. Aynı zamanda AFAD'ın detaylı afet yönetimi kaynakları da mevcuttur. Bu kaynakları indirerek detaylı inceleme yapabilirsiniz. Referanslar için notlarınızda belirttiğim bağlantılara başvurabilirsiniz.

Dersimiz boyunca sıkça üzerinde durduğumuz bir konsept 'direnç' olacak. Dirençli toplumlar, şehirler ve yapılar üzerine yoğunlaşacağız. Ülkemizdeki deprem tehlikesi ve bu konuda farkındalığın arttırılması bu dersin anahtar noktalarından biridir.

Amerika'da, liselerde yer bilimleri dersi verilmekte. Özellikle Kaliforniya'daki deprem tehlikesi ile Türkiye'deki tehlike benzerlik gösteriyor. Bu paralellik nedeniyle, Amerikalı araştırmacılar Türkiye üzerine çalışmalar yürütmekte. Ancak bizim Amerika üzerine çalışmalarımız maliyet sebebiyle sınırlı kalmıştır. İlginçtir ki, 1929'da Amerika'daki lise müfredatında yer bilimleri dersi bulunuyordu. Ancak bu ders, Türkiye'deki lise müfredatından sonraki yıllarda kaldırılmıştır.

Bu tespitler ışığında, depreme karşı hazırlıklı toplumlar oluşturmak amacıyla, uluslararası örnekleri dikkate alarak, yer bilimleri dersini tekrar müfredatımıza dahil etmeliyiz. Öğrencilerimizin, seçmeli derslerle bu konuda bilgi sahibi olması esastır.

Bilgi sahibi olma zorunluluğu ortadan kalkmış olur. Şimdi, Türkiye'nin deprem riskine ve Avrupa'daki deprem riskine bir göz atalım. Türkiye'deki deprem riskini analiz ederken, haritadaki renklendirmelere odaklanmalıyız. Renkler, deprem tehlikesinin arttığı bölgeleri göstermektedir. Özellikle kırmızı bölgeler, daha yüksek deprem tehlikesini işaret eder. Türkiye'de bu kırmızı bölgeler nerede bulunmaktadır?

Bu konuda ilginç bir tespitte bulunalım. Romanya'dan gelen bir bilim insanı, kar patlamalarının depremler üzerindeki etkilerini incelerken, 1839'da Romanya'da meydana gelen 7.5 büyüklüğündeki depremin, 1939'da Türkiye'de yaşanan Erzincan depreminden tam 100 yıl önce gerçekleştiğini belirtmiştir. Bu tür tarihî veriler, deprem araştırmalarında önemli ipuçları sunar.

Benim için 1839 özel bir tarih çünkü Türkiye'de 1939'da büyük bir deprem meydana gelmiştir. Bu nedenle Romanya'daki 1839 depremi, Türkiye için de bir anlam ifade ediyor. Ayrıca, İtalya'nın deprem riski açısından önemli bir ülke olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle İtalya, depremleri önceden tahmin etmek için araştırma ve çalışmalara ev sahipliği yapmaktadır.

Haritaya dikkatlice baktığımızda, kırmızı bölgelerin deprem tehlikesinin yüksek olduğu alanları işaret ettiğini görürüz. Ancak yüksek tehlike, aynı zamanda yüksek risk anlamına gelmez. Örneğin, Japonya'daki deprem tehlikesi Türkiye'dekinden daha büyük olabilir, ancak risk ve direnç açısından bakıldığında durum farklılık gösterebilir.

Tehlike ve risk kavramlarının net bir şekilde anlaşılması, depremle başa çıkmak için önemlidir. Şimdi, bu bölgelerde neden depremler meydana geldiğini inceleyelim. Depremlerin kaynağı, yer kabuğunun hareketiyle ilgilidir. Geçmişte, tüm kara parçaları Pangea adı verilen tek bir süper kıta halindeydi. Zamanla bu kara parçaları ayrılarak farklı levhalara dönüştü. Amerikan levhası, Filipin levhası, Pasifik levhası, Ege levhası ve Afrika levhası gibi. Bu levhaların hareketleri, depremlerin oluşmasına neden olur.

Yeryüzü, tarih boyunca sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. İlk zamanlarda tek bir süper kıta halinde bulunan yeryüzü, levhaların hareketleri sonucunda kırılarak bugünkü kıta yapılarına dönüşmüştür. Bu süreçte, levha hareketlerini analiz ederek deprem tehlikesinin kökenini anlamak mümkündür.

Örneğin, Avrupa'daki deprem tehlikesini gösteren bir haritada, levha hareketlerini ve bunların neden olduğu sıkışma veya açılma bölgelerini belirtmek esastır. Kızıldeniz, levhaların birbirinden uzaklaşmasına örnek teşkil eder. Bu açılma, Arabistan levhasının kuzeye doğru hareketine ve Afrika levhasının yer değiştirmesine neden olmaktadır. Bununla birlikte, Atlas dağlarında sıkışma nedeniyle oluşan deprem potansiyeli de dikkat çekicidir.

Morocco'da meydana gelen depremler, bu bölgenin yakınında bulunan Atlas Dağları'nın sıkışma hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan, Anadolu levhası, Avrasya levhasıyla olan sıkışma hareketleri sonucunda kuzeye doğru hareket ederken, Kuzey Anadolu Fay Hattı boyunca biriken enerji, depremlere sebep olmaktadır.

Türkiye'nin jeolojik yapısını değerlendirirken, hem Arabistan levhasının hareketlerinin hem de Afrika levhasının kuzeye doğru ilerlemesinin önemli bir rolü vardır. Özellikle Batı Anadolu'da, Anadolu levhasının hareket kısıtlılığı nedeniyle sıkışma hareketleri gözlemlenmektedir.

Sonuç olarak, levha tektoniği ve bu levhaların hareketleri, deprem tehlikesinin anlaşılmasında kritik bir öneme sahiptir. Bu bilgiler, deprem riskini azaltma stratejilerinin geliştirilmesi ve halkın bilinçlendirilmesi için esastır.

Yeryüzünün jeolojik yapısı, levhaların hareketleri sonucu sürekli bir değişim içindedir. Türkiye'nin jeomorfolojik yapısını ele aldığımızda, doğudaki dağlık alanların ve batıdaki ovaların oluşumu, levha tektoniği hareketlerine bağlıdır. Türkiye, özellikle aktif tektonik hareketler nedeniyle çeşitli topoğrafik özelliklere sahip bir coğrafi yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Bu hareketliliğin en belirgin göstergelerinden biri de depremlerdir.

Deprem tehlikesi, coğrafi yapıdaki bu aktif hareketliliğin sonucudur. Ancak risk, bu tehlikenin sebep olduğu potansiyel zarar veya kayıpları ifade eder. Jeolojik ve jeofizik riskler, toplumların yaşamlarını, yapılarını ve ekonomik faaliyetlerini doğrudan etkileyebilir.

Avrupa'nın en tehlikeli jeofizik kuşaklarını ele aldığımızda, Türkiye'nin bu konuda ne kadar kritik bir konumda olduğunu görebiliriz. Öyleyse, bu konuda yapılan son çalışmalarda hangi sonuçlara ulaşıldığına bakalım ve bu bilgiler ışığında neler yapabileceğimizi tartışalım

Değerli meslektaşlarım ve öğrencilerim, elinizdeki bu haritanın detaylarını ele alırken, ilk dersimizin kapsamını ve amacını hatırlatmak istiyorum. Bu dersin sonunda, böylesi bir haritaya baktığınızda, jeofiziksel verileri analiz edebilme yeteneğinizin ne derece geliştiğini görmeyi umuyoruz.

Söz konusu olan haritada belirtilen tehlikeler, depremlerle ilgili özel bir duruma işaret eder. Bu tehlikelerin kaynağını, büyüklüğü ve sıklığına dair veriler, bir hastanenin yapısal dayanıklılığını nasıl etkiler? Örneğin, belirttiğimiz 7.6 büyüklüğünde gerçekleşen bir deprem sonrasında, hastane yapılarının nasıl tepki verdiğini gözlemledik. Aynı yapı, ardından gerçekleşen artçı şoklara nasıl yanıt verir?

Depremlerin birincil etkisi, yapıların hasar görebilirliğini artırmasıdır. İlk başta orta derecede bir hasar gören bir yapı, ikincil etki sonrasında daha büyük bir hasar alabilir. Bu, risk kavramının dinamik ve sürekli değişen bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Bu deprem senaryolarının ardından, hastane yapıları gibi kritik yapıların, en azından gerçekleşen büyük bir depremden sonraki 3 yıl boyunca artçı sarsıntılara karşı dayanıklı olması gerektiği sonucuna varıyoruz. Bu, bize, yapı güvenliği ve dayanıklılığı konusundaki planlama ve uygulamaların sürekli olarak gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatıyor

Deprem etkilerinin analiz edildiği bu çalışmada, üç yıl boyunca meydana gelen tüm sarsıntıların sebep olduğu kuvvetlere karşı yapıların ne derecede dayanıklı olması gerektiğine odaklanılmıştır. Bu perspektiften baktığımızda, hasar görebilirlik, zamanla değişen dinamik bir faktördür.

Bugün gerçekleşen bakanlık toplantısında da vurgulandığı gibi, bir yapının oluşumu, hem üst yapı (yapının yüzey üstündeki kısmı) hem de altyapı (zeminin altındaki yapısal öğeler) olmak üzere iki ana bileşenden oluşmaktadır. Bu bileşenler, yapıların deprem esnasında nasıl tepki vereceği üzerinde doğrudan etkilidir.

Risk, tehlikenin varlığı ve hasar görebilirliğin kombinasyonudur. Tehlike, belirli bir periyod boyunca değişkenlik gösterirken, yapıların direnç durumu, sürekli maruz kalınan depremler nedeniyle aşındığı ve zayıfladığı gözlemlenmektedir. Bu noktada, uluslararası norm ve standartların bilinmesi, deprem riskinin etkin bir şekilde yönetilmesi için kritiktir. Yapıların depreme dayanıklılığı, bu norm ve standartlar doğrultusunda değerlendirilmelidir.
Yaklaşık 15 milyon kişi belirli bir depremi hissetti. Bu depremden dolayı yaklaşık 800.000 yapı hasar gördü. Ancak bu sayıda insanın depremi hissetmesi, tüm bu insanların depremin zarar verici etkileriyle doğrudan karşılaştığı anlamına gelmez. Nitekim, her bina deprem sırasında hasar almadı. Tehlike kavramı bu noktada belirginleşiyor; örneğin, bir depremin 7.8 büyüklüğünde olması gibi. Ancak, Türkiye'de üst üste meydana gelen bir "duble" deprem ilk defa yaşandı.

Deprem riskini hesaplarken kullanılan formülün evrensel olduğunu belirtmemiz gerek. UNESCO'nun bu formülü tanımlaması, bu formülün global bir standart olduğunu gösterir. Sismik tehlike kavramı, bir depremin özelliklerini – büyüklüğü, derinliği ve kırılma mekanizmasını – tanımlar. Örneğin, Japonya'da meydana gelen 8.3 büyüklüğündeki bir depremde herhangi bir can kaybı yaşanmadı. Ancak, bu depremin 300 km derinlikte meydana geldiğini belirtmek, depremin etkisinin neden sınırlı olduğunu anlamamızı sağlar.

Depremlerin büyüklükleri ve derinlikleri, onların potansiyel zararları hakkında kritik bilgiler sağlar. Örneğin, son 6.2 büyüklüğündeki depremde etkilenen kişi sayısının 15 milyon olduğunu biliyoruz. Ancak bu, bu kadar insanın hayatını kaybettiği anlamına gelmez.

Bu konseptleri daha basit ve öğrencilere uygun bir dilde anlatmak için dikkatlice bir strateji belirlemek gerekmektedir.
Hasar riskini azaltmanın yollarını ele alalım. Örneğin, Çanakkale'de bulunmaktayız ve bir kırık, Marmara Bölgesi'ni etkileyebilecek 7.8 büyüklüğünde bir depremi tetikleyebilir. Bu potansiyel tehlike henüz gerçekleşmedi. Bu bağlamda, hasar riskimizi nasıl azaltabiliriz? Kentsel dönüşüm ve yenilenme gibi stratejilerle bu riski minimize edebiliriz. Ancak bu tür projeler için önemli mali kaynaklara ihtiyacımız var.

Elazığ depremi gibi önceki depremleri ele aldığımızda, bu tür olaylara daha hazırlıklı olabilseydik, can ve mal kaybını önemli ölçüde azaltabilirdik. Depremin maddi maliyeti tabii ki büyük; kaybedilen hayatlara bir değer biçmek mümkün değil. Ancak ekonomik maliyet yaklaşık 100 milyar dolar olarak tahmin edilmekte.

Afet eğitimi bağlamında, depremin merkez üssünü sıfır nokta olarak kabul ederiz. Deprem sonrasında yapacağınız her yatırımın, deprem öncesi yapılan yatırımlarla karşılaştırıldığında maliyetinin çok daha yüksek olacağını unutmamalıyız. Yani deprem öncesi alınan tedbirler, sonrasındaki mali yükü önemli ölçüde azaltabilir.

Bu konseptte, merkezi bir referans noktasını göz önünde bulundurarak depremlere dair risk analizini ele alıyoruz. Depremin başlangıç noktasını, bu merkez olarak tanımlayabiliriz. Deprem öncesi yapılabilecekler nelerdir? Potansiyel olarak etkilenecek yapılara önceden müdahale edebiliriz. Bu müdahaleler, yapıların yıkılarak yeniden inşası ya da mevcut yapıların güçlendirilmesi şeklinde olabilir. Bu süreçte iki anahtar strateji ön plana çıkar: Yapı güçlendirme ve kentsel dönüşüm.

Eğer bu önlemler alınmışsa, deprem sonrası oluşabilecek ekonomik zararlar önemli ölçüde azaltılabilir. Yani, deprem öncesi yapılan 10 milyar dolarlık bir yatırım, deprem sonrasında 100 milyar dolarlık bir zararı engelleyebilir. Genellikle afet yönetimi uzmanları, deprem öncesi harcanacak her bir birim paranın, deprem sonrasında oluşacak zararları 8 kat azaltabileceğini belirtirler.

Bu bağlamda, deprem mühendisliğinin ve yapılan çalışmaların önemi hem insan hayatını kurtarmak hem de ekonomik zararları minimize etmek yönündedir. Evrensel bir risk formülü ile bu analizi yapmak, bize hangi önlemlerin ne kadar etkili olduğunu gösterecektir. Bu dersin çerçevesinde, bu risk analizini derinlemesine ele alıp bu formül üzerinden yorumlamalarınızı bekliyoruz.

Istanbul'da bulunduğumuza göre, bu metropolün sismik riskine odaklanalım. İstanbul'da, mevcut verilere göre potansiyel olarak yıkılma riski taşıyan yapı sayısı yaklaşık 200.000 olarak belirlenmiştir. Eğer bu yapıları deprem öncesi güçlendirme ya da yeniden inşa etme gibi önlemlerle müdahale edersek, olası bir depremde yıkılacak yapı sayısını azaltabiliriz.

Ancak bu yapılar, deprem sonrasında yıkıldığında, sadece maddi kaybı değil aynı zamanda insani kayıpları da beraberinde getirecektir. Deprem sonrası yapıların yeniden inşa edilmesi, deprem öncesi alınacak önlemlere kıyasla maliyeti yaklaşık 8 kat artırabilir. Bu nedenle, kentsel dönüşüm projeleri ile bu binaların depreme dayanıklı hale getirilmesi, hem ekonomik hem de insani açıdan büyük bir öneme sahiptir.

Potansiyel olarak ortaya çıkabilecek bir deprem hasarı için önceden harcayacağımız maliyet, örneğin 100 birim ise, bu yatırım sonrasında olası bir depremde karşımıza çıkabilecek maliyetin çok daha yüksek, yaklaşık 800 birim olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Ancak bu maliyetten daha önemli olan, bu tür önlemlerle korunabilecek insan hayatlarıdır.

Kentsel dönüşüm ve bina güçlendirme çalışmalarının önemi tam da burada devreye giriyor. Eğer risk altındaki yapılar önceden belirlenip, bu yapılar güçlendirilirse veya kentsel dönüşüm kapsamında yeniden inşa edilirse, olası bir depremde hem maddi hem de manevi kayıpların önüne geçebiliriz. Özellikle daha önce deprem felaketi yaşamış bölgelerde, bu tür önlemlerin hayati öneme sahip olduğunu vurgulamak gerekiyor. Depremi engelleme yeteneğimiz olmadığına göre, riskleri en aza indirmek için mevcut yapıları ne kadar dayanıklı hale getirirsek, o kadar çok insan hayatını korumuş oluruz.

Depremin kaçınılmaz bir gerçek olduğunu kabul ederek, potansiyel zararları nasıl minimize edebileceğimizi tartışmalıyız. Şöyle ki, özellikle riskli bölgelerde yer alan yapılarda hasar görebilirlik potansiyelinin azaltılmasında etkili yöntemlerden biri kentsel dönüşüm ve güçlendirme çalışmalarıdır. İstanbul örneğini ele aldığımızda, 40.000 kadar yapının risk altında olduğunu belirleyebiliyoruz. Eğer bu binaları deprem meydana gelmeden güçlendirme veya yenileme çalışmalarıyla elden geçirirsek, sadece maddi maliyetten tasarruf etmekle kalmayız; aynı zamanda sayısız can kaybını da önleyebiliriz.

Depremler kaçınılmazdır, ancak bunların yaratacağı zararların boyutu üzerinde etkili olabileceğimiz bazı faktörler vardır. Uluslararası kuruluşlar, bu riskleri azaltma stratejileri için genel formüller sunmuştur. Ancak ülkemizin jeolojik yapısı, özellikle aktif tektonik bölgelerde yaşamanın getirdiği riskleri öne çıkarıyor. Dolayısıyla, bu riskleri azaltma ve minimize etme stratejilerini uygularken bu özel koşulları göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Özetle, doğru planlama ve uygulama ile depremlerden kaynaklanan potansiyel zararları büyük ölçüde azaltabiliriz. Bu noktada, alınacak önlemlerin sadece maddi kazançlar değil, aynı zamanda insan hayatının korunması açısından da büyük bir öneme sahip olduğunu vurgulamak gerekir.

Bu harita, potansiyel sismik aktivitenin beklenen bölgelerini detaylı olarak göstermektedir. Toplamda 34 farklı sismik bölgeyi tanımlamış durumdayız. Örneğin, Batı Anadolu'nun deprem kuşağında yer aldığını görebiliriz. Aynı şekilde, Anadolu kuşağı, Bitlis bindirme kuşağı ve Karadeniz'de belirgin deprem failleri bulunmaktadır. Hatay'dan Kıbrıs'a kadar olan alanda da sismik hareketlilik potansiyeli mevcuttur. Bu coğrafi özelliklerimiz, sıkça yaşanan deprem aktiviteleri nedeniyle sürekli olarak evrilmekte ve yeniden şekillenmektedir.

Marmara Bölgesi'ne odaklandığımızda, bölgedeki kırıkların detaylı bir sınıflandırmasıyla karşılaşıyoruz. Kırık uzunluğu ile depremin büyüklüğü arasında genellikle doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır. Örneğin, 1912 Şarköy-Mürefte depreminin, denize kadar uzanan bir kırık hattı boyunca ilerlediği belirlenmiştir. Fransız araştırmacıların da bu konuda yaptığı çalışmalar, bu tespiti desteklemektedir. Ayrıca, 1999 İzmit depreminin de bu kırık hattı boyunca ilerlediği bilinmektedir. Ancak hala kırılmamış olan bu bölgenin gelecekteki potansiyel bir deprem için risk oluşturduğunu söyleyebiliriz. Beklenen bu kırılma bölgesi, özellikle dikkate alınmalıdır.
Maraş'ta yaşanan sismik hareketlilik, önceden kırılmış bölgelerin yanı sıra, beklenenden daha geniş bir alanda depremin meydana gelmesine neden oldu. Yer kabuğundaki hareketlilikleri tam anlamıyla öngörmek her zaman mümkün değildir. Yüzey hareketlerini tahmin ederken basit matematiksel formülasyonlar kullanılır. Örneğin, belirli bir fay hattında kırılma meydana geldiğinde beklenen sismik enerjinin büyüklüğünü hesaplamak için standart değerler alınır. Ancak Maraş'taki deprem, bu tür basit hesaplamaların her zaman doğru sonuçlar vermediğini ortaya koymuştur.

Genelde belli bir fay hattında kırılma bekleniyorsa, bu kırılmanın yaratacağı sismik enerjinin büyüklüğü tahmin edilmeye çalışılır. Ancak Maraş'ta meydana gelen deprem, beklenenden 0.3 birim daha büyük bir sismik enerji ile gerçekleşti. Bu 0.3 birimlik fark, enerji açısından oldukça büyük bir artışa işaret edebilir. Yani basitçe, bu fark, iki adet 7.5 büyüklüğündeki depremin serbest bırakabileceği enerjiye eşdeğer olabilir. Bu, sismik hareketlilik tahminlerinin her zaman kesin sonuçlar vermediğini ve bu tür olayların doğasının tam olarak öngörülemeyebileceğini göstermektedir.

Tarihsel verilere dayanarak gerçekleşen depremlerin büyüklüklerini doğru bir şekilde tahmin etmek her zaman mümkün olmamıştır. Özellikle modern sismolojinin mevcut olmadığı dönemlerde, deprem kayıtları ve bu depremlerin büyüklükleri konusunda tam bir doğruluk elde edemedik. Önceden belirlenen maksimum sismik aktivite değerleri, sonrasında gerçekleşen depremlerle örtüşmemiştir. Özellikle Batı Anadolu'da 7.5 büyüklüğündeki bir deprem beklenirken, meydana gelen depremin 7.8 büyüklüğünde olduğunu gördük.

Bu tahmin hatalarının faturasını ağır bir şekilde ödedik. Ancak bu, sadece yer kabuğundaki kırıkların yüzeydeki gözlemlerine dayanarak yapılan tahminlerin sınırlılığını gösteriyor. Gerçekte, depremlerin meydana geldiği kırıklar yerin 20-30 km derinliklerinde olabilir ve yüzeydeki gözlemler tam bir resmi sunmayabilir.

Kırık uzunluğu ile depremin büyüklüğü arasındaki ilişki, basitçe yüzey gözlemlerine dayanarak yapılan tahminlere göre oldukça karmaşıktır. Bu karmaşıklık, yüzeyde gözlemlenen kırık uzunluğunun, yer kabuğunun daha derinlerinde oluşan kırıkları tam olarak yansıtmadığı gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

Son olarak, Batı Anadolu'daki sismik aktivite bölgelerini incelediğimizde, özellikle Çanakkale'nin hem kuzeyinde hem de güneyinde aktif fay hatları bulunmaktadır. Bu fay hatlarının hareketlenmesi durumunda, büyük depremlerin meydana gelme olasılığı yüksektir ve bu depremler sadece belirli bir bölgeyi değil, geniş bir alanı etkileyebilir.

Türkiye'de sismik aktivite, coğrafi konumu nedeniyle oldukça yüksektir. Kuzeyden güneye incelendiğinde, sismik kuşakların belirgin olduğunu görmekteyiz. Özellikle kırmızı renkle işaretlenen bölgeler, 20. yüzyılda deprem aktivitesinin yoğun olduğu alanları temsil etmektedir. Bu bölgelerdeki fay hatları, özellikle 20. yüzyılda deprem üretmiştir. Ancak bazı kırıkların harekete geçmemiş olduğunu da gözlemlemekteyiz.

Yirminci yüzyıl içinde meydana gelen bu depremler, belirli kırıklarda yoğunlaşmıştır. Özellikle Çanakkale ve İstanbul gibi stratejik bölgelerdeki fay hatları, büyük bir risk taşımaktadır. Ancak yirminci yüzyılda harekete geçmemiş olan kırıkların, gelecekte bir tehlike oluşturabileceğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.

Batı Anadolu'da bulunan fay kuşaklarına bakıldığında, Holosen dönemine ait faylar dikkat çekmektedir. Bu faylar, son 12.000 yıl içerisinde en az bir kere deprem üretmiştir. Türkiye'deki bu aktif sismik bölgelerin bilgisi, yer bilimcilerinin sürekli olarak güncellediği çalışmalardan elde edilmektedir.

Bu nedenle, Türkiye'de yaşarken ve özellikle deprem riski taşıyan bölgelerde yaşamayı tercih ederken, altyapının ve binaların depreme karşı dayanıklılığını sorgulamamız gerekmektedir. Özellikle hastaneler, okullar ve konutlar gibi yaşamsal öneme sahip yapıların sismik dayanıklılığı, hayati bir önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye'nin sismik aktivite açısından oldukça riskli bir bölgede yer aldığı unutulmamalı ve bu riski azaltacak tedbirlerin alınması konusunda sürekli bir bilinçlenme sağlanmalıdır.

Yakın zamanda değindiğimiz gibi Türkiye'nin sismik zonları, özellikle Maden Teknik Arama ve BT.A'nın uzmanlarının yürüttüğü çalışmalarla detaylı olarak belirlenmiştir. Deprem sayısının yıllara göre değişimi incelendiğinde, özellikle 2005'e kadar belirgin bir artış trendi gözlemlenmektedir. Bu artışın büyük depremler sonrasındaki artçı sarsıntılar nedeniyle olduğunu söyleyebiliriz. Elde edilen bu veriler, kümülatif bir enerji değişimini yansıtmaktadır.

Türkiye'deki son depremle, şehir hastanelerinin sismik dayanıklılığı da sınandı. Depremin ardından bu hastaneler, halk için hem sığınak hem de tedavi merkezi olarak hizmet vermiştir. Yapılarda kullanılan sismik izolatörler, gelen enerjinin büyük bir kısmını filtreleyerek yapıya zarar vermesini engelledi.

Ancak bu olumlu gelişmelere rağmen, bazı hastanelerde sismik dayanıklılık konusunda eksiklikler bulunmaktadır. Özellikle eskiden yapılmış olan bazı devlet hastanelerinde, depreme karşı dayanıklılık konusunda ciddi sorunlar mevcuttur. Örneğin; Iskenderun Devlet Hastanesi'nin bir bölümü, depremde ağır hasar aldı. Amerika'dan gelen deprem mühendislerinin incelemeleri de bu konudaki eksiklikleri doğrulamıştır.

Sonuç olarak, Türkiye'nin sismik aktiviteye karşı altyapı ve üst yapıda gerekli önlemleri alması hayati bir öneme sahiptir. Özellikle kamuya açık hastaneler, okullar ve diğer yaşamsal öneme sahip yapılar bu konuda öncelikli olarak ele alınmalıdır.

Bu konu üzerine daha detaylı bir tartışma ve analiz yapacağımız sonraki dersimizi sabırsızlıkla bekliyorum. Katılımınız ve ilginiz için teşekkür ederim. Hepinize iyi akşamlar dilerim.








































No comments:

Post a Comment

Sınıflardan Kariyer Zirvelerine: Jeofizik Eğitimiyle Dolu Yolculuğum

Her bireyin hayatında, kariyerini şekillendiren dönüm noktaları vardır. Bu noktalar, bazen bir hocayla yapılan bir sohbet, bazen bir seyahat...